10 Temmuz 2007 Salı

Seçimler Yapmak

Yine mevsimler geçecek, yine yapraklar düşecek, giden sevgililer, geri dönmeyecek…Veya “Bakakalırız giden geminin ardından”.
Eskiden ayrılık sahneleri çok dramatik olurdu. İster tiren, ister vapur (Kara yolları o kadar gelişmemişti) ayrılanlar önce peronda birbirlerine sarılır, uzun süre ağlaşırdı. (Şimdiki nesiller ne doğana doğru-dürüst seviniyor, ne ölene doğru-dürüst ağlıyor. Bu gibi işleri çabucak geçiştiriyor. Sanki çok daha önemli işleri varmış gibi). Son kampana çalar, ayrılanlar birbirlerinden âdeta zorla kopar, yaşlı gözlerle kompartıman penceresine veya güvertenin ucuna kadar gelirler, oradan geride bıraktıklarına bakarak ağlamayı sürdürürlerdi.Sonra beyaz mendiller çıkar (Tercihen ipek) bu mendillere gözyaşları akıtılır, önce ağır ağır sonra telaşla sallanmaya başlardı. (Burada “Uzanıp giden o tren yolları” şarkısını hatırlayabilirsiniz).
(Mendiller sallanırdı. Kağıt mendil çıkalı bez mendil kayboldu. Artık gidenlerin ardından mendil sallamak da yok). Tâ ki gidenle kalan birbirlerini kaybedinceye kadar. Ayrılığın acısı o kadar güçlü idi ki; bazen ayrılanlar gerçekten kendilerini kaybederlerdi. O sebeple şöyle denilmiş: “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar. Elli gram ağır gelmiş ayrılık”. Eski ayrılıklar niçin bu kadar yakıcı, kavurucu oluyordu acaba? Sevgilerin derinliğinden, hakikiliğinden, aşkların şiddetinden mi?
Yoksa o dönemlerdeki ulaşım ve iletişim imkânlarının yetersizliğinden mi? Hani gitmek var, dönmek şüpheli… Şimdiki nesiller hemen ikinci ihtimalin doğru olduğunu söyleyeceklerdir. Bu arkadaşlara:
“Men ta senin yanında hasretem sana” mısraını nasıl anlatacağız? Galiba anlatamayacağız. Konuşmamızın sonunda genç arkadaş: - Bırak ya! Adam psikopata bağlamış çakmadın mı, diyecek. Anlayışsız, duygusuz, bencil nesiller mi yetiştiriyoruz? Çocuklarımız bizi sevmiyor mu, arkadaşlarını sevmiyor mu? Sanmıyorum. Lakin hayatımıza maddî unsurların daha fazla ağırlık
koyduğunu, mutluluğun tüketimle sınırlandığını, bunun bir ideoloji, alışkanlık, hatta bağımlılık haline geldiğini söyleyebilirim. Böyle bir atmosferin içinde soluyoruz. “Soluyoruz” fiilini “solgunluk, rengini kaybetme” mânasına da alabilirsiniz. Markalı bir gözlük, bir ayakkabı, çıtayı yükseltirseniz bir araba, görkemli bir tören, bir seyahat, bir ev, hadi buna makamı ve elbette
parayı da katalım. Bunların karşısına koyacağımız bir çift gözyaşının ne kıymeti olabilir? İnsanlar hayatta yaptıkları seçimleri hangi ölçülere dayanarak yapıyor? Meslek, eş, arkadaş, giyim-kuşam, yeme-içme, eğlence; her gün her saat binlerce seçim yapıyoruz. Bu yolu değil ötekini tercih ediyoruz. Neden, en önemli sebep nedir?Herhalde “yaşam tarzı”dır. Seçimleri de artık “piyasalar” belirliyor desek “uçuk” bir yorum olur mu? Olmaz diyorum ben. Çünkü artık hayatımızda “yaşam tarzı piyasası” diye bir şey var. Bir dünyayı (hayatı) terk edip, ondan ayrılarak, ötekine koştuğumuzda; bir ayrılık acısı, bir burukluk, bir gözyaşı yok artık. Bir heyecan, gözü kapalı bir arzu, adam hizasına girmiş olmanın tatmini var.
“Yaşam tarzı piyasası” her ne kadar, baş örtmede, mayoda, parti tercihinde falan farklılık gösterse bile, son hesaplaşmada herkes şurada birleşiyor: Plazma TV, Klima, DVD player, termostatik duş, ikiz yatak, fitness center, jakuzi, SPA, buhar odası, havuz, kreş, tenis kortu, bilardo, bowling, internet cafe, brokoli, kahve ve dondurma çeşitleri, kozmetik, moda. Piyasaya sunulmuş ve sunulmakta olan binlerce mal, söz, kavram vesaire. Dünyanın en ücra köşesinde de bu “tek yol” bulunuyor. Tek yolu tek yol yapan zihniyet inançların, seçimlerin, mücadelenin, barışın, savaşın, ideolojinin, ayrılığın, birleşmenin, sevgilerin, aşkın, mâna dünyasına ait her unsurun üzerine kendi şalını örtmüştür. Seçim neredeyse mânasını kaybetmiştir. Ayrılık gündemden düşmüştür. İlkelerin önemi kalmamıştır. Görüntü bizi esir almıştır. Hayat “görüntüden” ibaret kalmıştır. Bunu savunan filozoflar çoğalmıştır. Bende size bu yazıda bir propaganda yaptım. Sizi yönlendirmeye çalıştım. Oyunuzu ona göre verin diyorum.
Çare-sizsiniz.

Neden Ben?

Efsane Wimbledon tenis oyuncusu Arthur Ashe AIDS'den ölmekteydi. Dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu:"Neden Tanrı böylesine kötü bir hastalık için seni seçti?"Arthur Ashe buna şu cevabı verdi:Tüm
dünyada... 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyon tenis oynamayı öğrenir,500,000 profesyonel tenisi öğrenir,50,000 yarışmalara girer,5,000 büyük turnuvalara erişir,50'si Wimbledon'a kadar gelir,4'ü yarı finale,2'si finale kalır. Elimde şampiyonluk
kupasını tutarken Tanrı'ya "Neden ben?" diye hiç sormadım.Ve bugün sancı çekerken, Tanrı'ya "Niye ben?" mi demeliyim?Mutluluk insanı tatlı yaparZorluklar güçlü yapar,Hüzün ise insan yapar,Yenilgi mütevazı yapar,Başarı insanı ışıldatırAma yalnız Tanrı yolumuza devam etmemizi sağlar.Tanrı'ya asla "Niye ben?" diye sormayın... Ne olacaksa olacak... O'nun kendine has usulleri vardır... Herşey kendi İyiliği için olur... İnancınızı koruyun

2 Haziran 2007 Cumartesi

FAKİR





Hatırlayacağınız gibi bizlere hizmetten başka bir gayesi olmayan şu fakir Başbakanımızın!!! çocuklarını iş dünyasının önde gelen isimleri burslu olarak okutmuştu. O çocuklar şimdi büyüdü, birer trilyoner oldu ve girişimcilikte üstlerine yok.
Yakın tarihte aşırı hızdan dolayı bir vatandaşımızın ölümüne sebep olan Başbakanımızın oğlu hızından bir şey kaybetmemişe benziyor. Kamuoyu henüz 3.500.000 YTL'lik gemi şokunu üzerinden atamamışken şimdi de 1.000.000 YTl'lik ev tapusu ile sarsılacak. İşte o evin tapusu
İstanbul İli, Üsküdar (3. Bölge) İlçesi, Kısıklı Mahallesi, Avcı Kazım Sokağı, 157 numaralı pafta, 788 numaralı ada ve 3. parselde yer alan; bahçeli kâgir ev ve arsa 5020 metrekare büyüklüğünde ve satış değeri ise 1.000.000 YTL. Paradan altı sıfır atıldıktan sonraki bir rakam.
Sıfırları karıştıranlar ve YTL'ye henüz alışamayanlar için hatırlatalım 1.000.000.000.000 TL yazı ile – bir trilyon Türk Lirası- Buraya kadar her şey gayet normal görünmektedir.
Benzeri ve daha değerli yerler İstanbul'da bulunmaktadır. Ancak ev, yakın bir zamanda, daha henüz o kadar birikimi yapacak yaşı olmamasına rağmen, bir gemi alan gence ait. Üstelik bu gencin babası da Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı.
Eveeet. Resimde tapusu görünen evin sahipleri RTE'nin Ahmet Burak Erdoğan ve Necmeddin Bilal Erdoğan isimli iki oğludur. 30.06.2005 tarihi düşülen satış işlemini karşılayacak kadar burs almalarının olanaksız olduğu düşünüldüğünde, evin ödeme bedeli için geriye kalan seçenek baba desteğidir. Gerçi babaya sorulduğunda evin ödemesi için gerekli para, servet açıklamasında olduğu gibi, oğlunun düğününden! edinilmiş olabilir.
Henüz bu birikimi edinemeyecek yaştaki iki gencin böyle bir ev ve arsaya sahip olmaları, yolsuzluk iddialarının hat safhada olduğu günümüz hükümeti döneminde akılları karıştıracak nitelikte. Şimdi ki gençler bir harika! Demekten başka bir şey düşmüyor bizlere. Üstelik babalarına bile borç verebilecek kadar girişimci ruha sahipler. Babaları Başbakan bile olsa.

YILMAZ ÖZDİLİN YAZISI

Ne işiniz var Irak'ta saçmalamayın...

Okurlar soruyor... "Irak'a gitmeli mi?"
Tankımızla topumuzla...
"Irak'a gitmeli mi?"
Gitmemeli.

Neden derseniz... Irak gidilecek bir yer olsaydı, Başbakan zaten giderdi... Siz daha mı iyi bileceksiniz?
ABD'ye gitti mi mesela? Gitti. Afganistan'a, Almanya'ya, Arnavutluk'a, Azerbaycan'a, Avusturya'ya, hatta Avustralya'ya gitti mi? Gitti. Birleşik Arap Emirlikleri'ne, Bahreyn'e, Belçika'ya, Bosna Hersek'e, Bulgaristan'a, Cezayir'e, Çin'e, Danimarka'ya, Endonezya'ya gitti mi?
Gitti.
Etiyopya 'ya, Fas'a, Filistin'e, Fransa'ya, Finlandiya'ya, Güney Kore'ye, Güney Afrika'ya, Gürcistan 'a, Hırvatistan'a, Hollanda'ya, İngiltere'ye, İran'a, İrlanda'ya, İspanya'ya, İsrail'e, İsveç'e, İsviçre'ye, İtalya'ya gitti mi?
Gitti.
Japonya'ya, Katar'a, Kazakistan'a, Kırgızistan 'a, KKTC'ye, Kuveyt'e, Letonya'ya, Lübnan'a, Lüksemburg'a, Macaristan'a, Makedonya'ya gitti mi?
Gitti.
Maldiv Adaları'na?
Gitti.
Yeni Zelanda'ya?
Oraya da gitti.
Malezya'ya, Mısır'a, Moğolistan 'a, Monako'ya, Norveç'e, Özbekistan'a, Pakistan'a, Polonya'ya, Portekiz'e, Romanya'ya, Rusya'ya, Sırbistan'a gitti mi?
Gitti.
Sri Lanka'ya? Hayati derecede önemlidir...
Gitti.
Sudan'a, Suriye'ye, Suudi Arabistan'a, Tayland'a, Tacikistan'a, Tunus'a, Türkmenistan'a, Ukrayna'ya, Umman'a, Ürdün'e, Vatikan'a, Yemen'e, Yunanistan'a gitti mi?
Gitti.
Afrika'dan taaa Okyanusya'ya, dünyanın tüm kıtalarını gezen tek başbakan kiminki?
Bizimki.
Hem de birer defa değil...
73 ülkeye, 163 defa gitti.
4 yılda. Niye?
Vatan için. Millet için.
Pekiii... Irak'a gitti mi?
İşte ona gitmedi. E söylüyoruz...
Gitmeye değer bir yer olsaydı, millet için, en önce Başbakan giderdi.
Onun için, gözünüzü seveyim...
Tutturmayın, illa gidelim diye.
Dünya bilmezsiniz,
vizyon bilmezsiniz.
Hasta etmeyin adamı.

IHANETIN BEDELI

Bu hikayeyi okumuşsunuzdur belki ama günün anlam önemine istinaden bir kere daha hatırlayalım.

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafet yapmış, Kuşlar Çarşısı'nı geziyormuş. Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar.Bir ara gözü kekliklere ilişir padişah'ın.Bir grup kekliğin üzerindeki varakta, "Tane işi satış fiyatı 1 altın" yazıyor. Hemen yanı başlarında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki, fiyatı; 300 altın. Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılır."Hayırdır" der satıcıya, "Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?" Satıcı, "Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor" diyor."Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat avlıyorlar" diye ekliyor. "Satın alıyorum" diyor Padişah, "Al sana 300 altın..."Parayı veriyor; hemen oracıkta kekliğin kafasını kesiyor.Adam şaşırıp, "Ne yaptınız, en maharetli kekliğin kafasını koparttınız, yazık değil mi" diye dövünürken; Padişah gürlüyor:"Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bunun akıbeti er veya geç budur."

31 Mayıs 2007 Perşembe

Karalamalar

Merhaba Blog;
Gece yine karanlık...... Ama bu gecenin bir sonu olmalı. Yağmur yağıyor hafiften. İnsana huzur veren bir gece. Bu yağmurun ve gecenin bir sonu olmalı. Kaçıyorum hızla kaçıyorum. Dönüşü olmayan bir kaçış bu. Pencereden gülen bir ÇOCUK bakıyor. Kime bakıyor nereye bakıyor neden bakıyor? Çok sevdiğim CAN..... Kusursuz Dost arayan Dostsuz Kalır...

Kaybolan YILLAR

Kaybolan yıllarım;
Ne güzel söylemiş Sezen AKSU.....

KİM GERİ VEREBİLİR KAYBETTİĞİM YILLARIMI?

Dönüşü yok beraberce karar verdik ayrılmaya
Alışmalı arkadaşça yolları ayırmaya
Şimdi artık gözyaşları gereksiz akmamalı
Alışmalı kendi yaramızı kendimiz sarmaya

Şimdi artık kelimeler yetersiz anlamı yok
Yitirmişiz anılarla beraber faydası yok
Gel bunları bırakalım bir tarafa
Gerçeği görmeliyiz dostum başka çaresi yok

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler
Şimdi bana seninle bir ömür vadetseler
Şimdi bana yeniden başlar mısın deseler
Tek bir söz söylemeye bile hakkım yok

Sezan AKSU

21 Mayıs 2007 Pazartesi

19 Mayıs Gençlik Ve Spor Bayramı

Selam Blogcuk.... Yorucu bir hafta sonundan sonra yeni bir haftaya merhaba dedim. Bu karalama spor ile olacak. Hatfa sonu İzmir- İstanbul- İzmir ve Ankara yaptım. İş için gittiğim İzmirden İstanbula geçtim. Bir firmanın network altyapısını kurmak için İzmir İstanbul gittim geldim. Cumartesi akşamı felaketin tam ortasında kendimi buldum. Galatasaray- Fenerbahçe maçına gitme yanlışlığında bulundum. Alisamiyen stadına geldiğimizde gözlerime inanamadım. Bu kin bu nefret niye. Neden buralara geldik anlamış değilim. Türkiyenin sosyoekonomik yapısı içerisinde gençliğin nerelere geldiğini görünce tüylerim diken diken oldu. İlk defa türk olduğum için kendimden utandım dersem yeridir. Türk gençliği böyle olmamalı. Stad dışında ve içinde yaşananları gördükten sonra ülkemizin ne günlere kaldığını düşünmek bile istemiyorum. Yazık bu duruma bizleri getirenlere. Yöneticiyim deyip insanları bu şekilde canavar haline getirenlere yazıklar olsun. Ne galatasaraylısı ne Fenerlisi ne de Beşiktaşlısı. Bu takım taraftarlığı değil. Aferin sizlere. Yönetici kimliği altında insanları birbirine kırdıran siz yöneticiler aferin sizlere... Başardınız sonunda. Kendi özevlatlarımızı birbirimize kırdırdınız sonunda. Bu ülkede spor ahlakı diye birşey kalmamış. 19 Mayıs Gençlik ve Spor bayramımızı en güzel şekilde kutlattınız bizlere. Başka kelimeler söylemek isterdim ama ben yapamıyorum. Üzgünüm hemde çok üzgünüm. Artık bundan sonrası nasıl olur bilemiyorum ama facia kapımızda... Gençlik bitmiş maalesef. Akıllısıda aptalıda bir girdabın içerisinde savrulup duruyorlar. Eğer bu ülkenin doktoru mühendisi öğretmeni eğer o koltukları söküp sahaya fırlatıyorsa su torbalarını düşman varmış gibi karşısında oyunculara fırlatıyorlarsa varsın gerisini sizler düşünün. Artık tren kaçtı. Üzgünüm :(((. 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun....

18 Mayıs 2007 Cuma

Karalama!!

Gün bugün. Günün yarını olacak bugün geçtikten sonra. Bugün yine yolculuk gözüküyor bana. Ben Ankaradan uzaklaşmayı seviyorum. Sanırım ben yolculukları seviyorum. Ama uzun yolculukları değil. Bir yerden bir yere en fazla 1,5 saat dayanabiliyorum. Daha sonra karabasanlar basıyor heryerimi. Otur otur nereye kadar :)) Gerçi seyahat ederken arabayla gidiyorsam sorun yok. non stop giderim saatlerce. Bu sefer uçak beni nerelere atacak. İtalyan yazar Susanna Tamaro'nun kitabında olduğu gibi Yüreğinin Götürdüğü Yere Git... Ama ben gidemiyorum oraya. Orhan Pamuk'un Yeni Hayat kitabında olduğu gibi belkide bende yaşamalıyım. Ama otobüs yolculuğunu sevmiyorum ki :))). Neyseeeee. Ben yine raydan çıkıyorum.

12 Mayıs 2007 Cumartesi

YEŞİL KIZ

YEŞİL KIZ

Biri silahsız, bıçaksız
Yaralıyor seni
Belki de öleceksin
Artık o küçük bedenin
Taşımıyor seni
Güleç bir çocuk geliyor
Sanki yeryüzünden değil
Öyle yumuşak ki yüzü
Gözlerim dokunuyor yanaklarına
Biri zamansız hırpalıyor beni
Artık saçlarımı da taramıyorum.
Biri ‘’ gel’’ diyor
Aniden kıvrılıyor dünyama
Sessizce bir kibrit yakıyor.
İçim şenleniyor.
Hangi gezegendeyim bilmiyorum
Bazen günlerce güneş
Bazen aylarca gece yaşıyorum.
Yeşil kızı kaybediyorum
Siyah elbiseler giydirmişler
Gözlerine bile...
Sende çalıyorsun payını
Bu kadar zamansız
Nasıl olabilirsin?

Mehmet GÜNAYDIN (NIRVANA)

Karalama

Bazen parçalanıyorum,Bazen geçmişim parçalanıyor,
İçim sökülüyor,Kıvranıyorum.
Her gün bir şeyleri yitiriyoruz,
Ve eksik,Ve kopuk,Yaşamaya devam ediyoruz,
Hiçbir şey olmamış gibi...Yıllarca biriktiriyoruz kayıplarımızı,
Sonra da sahipleniyoruz hepsini,
Kaldırıyoruz kadehleri tükenmişliğimize,
Bitkinim,Çok yorgunum,Artık hiçbir şey teselli etmiyor.
Bu hasta toplumun,Bu kokuşmuş toplumun,
Bireyi olmak kahrediyor beni,
Oysa kimsesiz bir çocuğa şeker almak istiyorum,
Balonlar uçurmak gökyüzüne,
Duvarlara aykırı şeyler yazmak istiyorum.
Dünyanın her köşesine,Her dilde,
Seni seviyorum yazmalı!
Bu kadar zor mu paylaşabilmek?
Demek sadece barları paylaşabiliyoruz
O bar senin, bu bar benim,İçin ruhunuzu için!
Böyle insanca yaşamaya devam edin!
Satın kendinizi satın!Tabii hala bir şeyseniz...
Ve biz insanlar;Yani duygularıyla yaşayan gerçek insanlar,
Yani mantığı reddedenler,Öylesine acı çekiyoruz ki;
Nerdeyse ruhumuz kaçacak bizden,
Söylediğimiz yalanlarla,Gizlediğimiz gerçeklerle,
Bizi baş başa bırakacak,Kaçacak ruhumuz.
Dayan diyecek, dayan!Nasıl katlanırsan katlan hayata!
Off.... dayanamıyorumGücüm yok!
Uyum sağlayamıyorum hayatın kurallarına,
Yüreksiz insanlara isyanım!Düşündükçe yılıyorum,
Ve ayakta durmakta zorlanıyorum,
Her gün daha çok azalıyor,
Direncim ve savaşma gücüm.
Ama pamuk ipliği de olsa, yaşamla bağım,
Elimdeki son çabayı da harcıyorumTutunuyorum hayata
Sevmesem de kendiminkini.... Mehmet GÜNAYDIN. (NIRVANA)

Delice Bir Düzende

Delice bir düzende
Var olmak için çabalarken
Birileri yüreğini örseler
Birileri dünyayı yükler omuzuna
Ve YAŞA der sana,
YAŞA!Nasıl yaşarsan yaşa!
Hem de;Yaşamak için sebep yokken!
Bu dünyaya doğmak bile suçken!
İlk aldandığım değil bu,
İlk kez yemedim gerçeğin tokatını,
Çok geçtim bu yollardan çok...
Ölümle son bulacak her şey;
Çektiğime değer mi bütün bunlar!
Kurşunlar vız gelir,Sözler yaralıyor.
Kafamda olmayacak hayaller,
Didinip duruyorum.
Aptal bir idealistim...O kadar...
Uğrunda çırpındığım her şey,Bir anda yıkılıveriyor.
Bazen kimliğimi kaybediyorum,
Kim olduğumu,Nasıl bir hayat sürdüğümü,Bilmiyorum.
Her şey üzerime geliyor,
Boğuluyorum karabasanlarda.
Filmin birinde,Adamın biri söyleniyordu:
<>
Bende sevmiyorum hayatımı;Anlamsız ve amaçsız,
Nereye gittiğimi bilmiyorum.
Ama hala,İnatla yaşama sarılıyorum.
Bir yerlerde bir zaman yakalayacağım gerçeği.
Şimdi;Her ne kadar tükenmiş olsam da,
Yine de söz veriyorum kendime,
Bir günKendi hayatımı da seveceğim...

11 Mayıs 2007 Cuma

Anlamsızlıklar....

Merhaba Hayat;
Dünün bugünden farkını düşünüyorum. Dün dündü bugün bugün. YArın da yarın.... Günler nasıl olduğunu anlamadan geçip duruyor. Bir bardaktan suyun boşalması gibi benimde hayatım su gibi akıyor. Birşeyler yapmalıyım. Suyun akışını durduramam ama akışının yönünü değiştirebilirim. Hayatımın bir anlamı vardı. Yaşamamın bir anlamı. Gelecek ile ilgili hedeflerim. Zaman geçtikte hedeflerimin daha da uzağında kaldığımı görüyorum. Yürüyormuyum yoksa duruyor muyum. Beni durduran nedir? Sanırım bu sorunun cevabını bir süre daha rafa kaldırmalıyım. Şimdi yapmam gerek çok daha önemli işim var. Bu önem öncelikleri birgün bana da gelecek sanırım. En azından gelecek umuduyla yaşıyorum.

25 Nisan 2007 Çarşamba

KARALAMA

Klavyenin başında öyle ekrara bakıp duruyorum. Ne zamandır klavyenin tuşlarına basıp birşeyler karalamadım. Kalem tutmak güzel bir duygu. Kalemim olmadan dışarıya çıkamıyorum. Kendimden bir parça eksik hissediyorum. Boş kaldığım heran elimde kalem birşeyler karalıyorum. Ne karaladığım önemli değil. Yazıyorum oradan buradan. Çok sevdiğim bir insanın sayesinde buraya yazmaya başladım. Tabiiii bundan sonra yazarmıyım bilemiyorum. Bilgisayar ortamı ve kağıt. Uçakta derginin üzerine birşeyler karalamak. Gazete, defter, not defteri vs. önüme ne gelirse. Bakalım bundan sonra alışacağım. Sanal ortam ve sanal karalamalar...... Yazalım bakalım. Klavye tuşlarına alışmalıyım. Yabancı geliyor şuanda bu tuşlar. Kimbilir neler çıkacak bu sanal sayfalarda. Göreceğimmmm :))